Pages

17 Eylül 2013 Salı

17.09.2013 - Filmlerdeki karakterler





Sevgili Prens…

Hiç dünyada seni anlayacak tek bir insanın bile olmadığı hissine kapıldın mı?
Ben bunu düşündüm.

Filmlerde görmüşsündür. Biri kendini yalnız hissettiğinde kamera uzaktan gösterir, insanlar konuşup durmaktadır. Ancak bizim karakterimizin gözleri boş bakar, onun etrafını dinleyecek hali kalmamıştır. Hiçbirinin kendisi için doğru şeyi söylemediğini düşünmektedir. 

İşte gerçekten öyle bir şey…
Ama filmlerde o karakterin ne düşündüğünü kamerayla gösteremezler. 
Sanırım ben biliyorum.

“Ne işim var burada?”
“Neden onlara anlattım ki?”
“Neden böyle şeyler söylüyorlar?”
“Belki de yardımcı olmak istediğinden öyle diyordur.”
“Hayır, hiç yardımcı olmadı.”
“Susun artık.”
“Buradan gitmek istiyorum.”
“Dinlemek istemiyorum…”
“Hepinizi susturup gitmek istiyorum.”
.
.
.

Hayır… Karakter kalkıp giderken tek bir kelime etmemiş olur. Ya da sadece “yapacak bir işi” vardır. Diğerleri onun ardından şaşkın bakışlar atar ve sıradan hayatlarına dönerler.
Gerçek hayatta bu kısım daha farklı.

Diğerleri sana yardımcı olmak adına ya da sırf boş konuşmak için o kadar çok şey söyler ki kalkıp gitmezsin. Filmlerdeki karakterler bu konuda çok sakin olabilir ama sen olamazsın. Sen gerçek bir insansındır çünkü. Diğerlerinin söyledikleri seni mutlu edebileceği gibi incitebilir, sinirlendirebilir de…
Bu yüzden tepki verirsin.

Bu sefer de dışından bağırırsın: “Susun artık!”

“Bu sözleriniz beni o kadar çok üzüyor ki aslında bana yardım etmek isteyişinizin hiçbir önemi kalmıyor. Lanet olsun, sadece dinleyip susamaz mısınız? Geçerli bir öneriniz olmayacaksa sessiz kalamaz mısınız?”

Bunlar o an hissettiğin karmaşada sana mantıklı gelir, karmaşadan sonra da mantıklı gelecektir muhtemelen. Ancak ne yazık ki bunları bir kere sesli söylemişsindir. Artık dinleyip, öneriler bulmak adına seni inciten insanlar seni nankörlükle suçlayabilecektir.

Tam da bu yüzden gerçek insanlar filmlerdeki karakterler gibi mutlu olamaz. Gerçek insanların sorunları da gerçektir. Gerçek insanların sorunlarını paylaştıkları kişiler de gerçek insandır. Ve emin olunacak tek şey vardır, gerçek insanların aralarındaki ilişki filmlerdeki gibi basit değildir.

Gerçek insanlar yalnız hissettiklerinde hiçbir şey kolay ilerlemez.
Onlar film karakterleri gibi içlerine kapanık değillerdir, bir şeyler anlatmak isterler. Sadece anlatmak ve belki de birkaç faydalı öneri duymak isterler. Ama bu böyle gerçekleşmez. Her zaman, her şey umulduğu gibi gerçekleşmemek üzere kurulmuştur dünyada.  

Bu yüzden kimse beni anlamıyormuş gibi bir hisse kapılıyorum şu sıralar Prens.
Hayatımın en kötü dönemini geçiriyorum.
Etrafımdaki insanlar bana sürekli “Böyle olmadığı için şanslısın.” diyorlar. Yaşadığım tüm güzel şeyler ve yaşamadığım tüm kötü şeyler için şanslı olduğumu ben de biliyorum. Ancak ben şu an kötü şeylerden birini yaşıyorum. Neden diğerleri buna üzülmeme karşı çıkıyor? Üzülmeye hakkım yokmuş gibi davranıyorlar. Beni sürekli değer bilmezlikle yargılayıp beni dinlememeleri kötü hissetmeme sebep oluyor.
Ve bu beni o kadar sinirlendiriyor ki sonunda onlara da söylüyorum. Doğru tahmin, bu sefer de nankörlük yapmış oluyorum. Çünkü onlar beni düşünüp de öyle söylüyorlar. Bunun için minnettarım. Yine de incineceğim pek çok şey karışıyor söylediklerine.

Ne yazık ki gerçek hayatta ilişkiler hep böyle olmak zorunda.
Yanımızda birileri olsun istediğimizde bu filmlerdeki gibi olmaz, yorucudur. Ya da filmlerdeki gibi asil bir yalnızlık çekmeyiz. Sonunda her şeyi düzeltip mutlu bir hayat sürmeyiz.

Evet, gerçek hayatta mutlu sonlar yoktur Prens. Zira gerçek hayatta ne adı ölüm olmayan bir son yaşanır; ne de koca bir yaşam süresini sadece “mutlu” ya da “mutsuz” olarak adlandırmak mümkündür.
Yalnız başına ya da birileriyle…
Neşeli ya da üzücü şeylerle birlikte…
Yaşayıp gidilir sadece.

Ben bu aralar yaşayıp gidiyorum işte Prens.
Seni sormalı.


Sevgiler…
Prenses.

30 Mart 2013 Cumartesi

30.03.2013 - Renksiz




Sevgili Jiyong,

Çok uzun zamandır sana yazmadığımı biliyorum. Merak etme kendime yeni bir prens bulmadım. Sadece seni rahatsız etmek yerine bir deftere yazıyorum artık her şeyimi. Gerçi hiç samimi gelmiyor. Onun defter olduğunu biliyorum. Bana cevap vermez, beni anlamaz. Hiçbir şey bilmez. Sana bile anlatamayacağım şeyler oluyor aslında. O deftere yazıyorum onları da. Bu bana bu kadar aptalca gelse bile neden bilmem ona yazıyorum işte. Daha sonra tekrar okumuyorum da onları. Ders falan çıkardığım yok. Yazdıktan sonra orada öylece bıraktığım sayfalarca kelimeden başka şey değiller. Ama sanırım onları öyle terk etmek yazdığım tüm o iç karartıcı zırvayı da geride bıraktığım hissi veriyor. Belki de iyi hissetmemi sağlıyordur bu…

Ancak böyleyse bile bunu ben bilmiyor olmalıyım. Çünkü iyi hissettiğimi sanmıyorum. Onları orada bıraksam bile sahibini kokusundan tanıyan evcil hayvanlar gibi geri geliyorlar. Ama onların aslında birer çözüm için orada beklediğini biliyorum. Ben çözmeden gitmeyecekler.
Onlar gitmese bile ben gitmek istiyorum. Son zamanlarda sık sık boğulduğumu hissediyorum.  Vücudumdaki her bir noktadan topladığım enerjiyle kocaman bir çığlık atmak istiyorum. Etrafımdaki herkese “Ne haliniz varsa görün!” diyen sesimi duyurabileceğim bir çığlık olmalı bu. Sonra da görünmez olup gitmem gerekiyor.  Ne acıdır ki bir yandan da gündelik hayat denen bir şey beni burada kalmaya zorluyor. Kafamı kurcalayıp duran tüm o saçma sorunları çözmek istemiyorum. Bu bana o kadar yorucu geliyor ki… Ağzımı açıp tek kelime edesim gelmiyor. Ben sustukça da çoğalmaya devam ediyorlar. Ama yine de çözmeye çalışmak yerine kafamı dağıtmaya çalışıyorum. Yalan söylemeyeceğim kendi dünyama çekilip sevdiğim şeyleri yapmak her zaman olduğu gibi yine çok çekici geliyor bana. O an için unutuyorum. Sonra yine geliyorlar. Daha iç karartıcı şekilde…

En ufak şeyden bu kadar etkilenme belasını kendi başıma açtım, farkındayım. Aslında bu ilk başta güzeldi. Mutluluk oyunu oynuyordum kendi kendime. Hayat eğlenceliydi.  Ama üzerinden vakit geçtikçe baktım ki artık herkese zorla gülümser olmuşum. Yazı yazmaya pembe kalemle başlayıp rengimi kaybediyormuşum gibi hissediyorum şimdi. Rengimi kaybediyormuşum ve son taç yaprağı düştüğünde tek bir dal parçasından ibaret kalacakmışım gibi… Arkadaşlarımı dinlemek istemiyorum. Çünkü zaten sorunun en büyük parçalarıydı onlar. Gülmek istemiyorum. Çünkü bana böyle hissettiren insanlara gülmek ikiyüzlüce geliyor artık gözüme. Bu zamana kadar oyun oynarken üstünü örttüğüm şeyler o kadar birikti ki benim sevimli pembe çiçekli örtüm bunları gizlemeye yetmez oldu.  
Müzik dinlemek biraz yardımcı oluyor. Ama bu sefer de günün her anı her saniyemi kulaklıklarımla geçirmek istiyorum. Gündelik hayat buna da izin vermiyor biliyor musun? O hep, rutinle baş başa bırakıyor beni. Ondan vakit bulduğum küçücük zamanlarda müziğimi dinleyebilirsem mutlu sayıyorum kendimi.

Biliyorum hiçbir şey anlatmış sayılmam sana… Yine de sen ne önerirdin?
Peki, sahip olduğum sorunları çözmeme engel olan bu yorgunluktan kurtulabilir miyim?

Sevgiler…
Prenses.

28 Ekim 2012 Pazar

28-10-2012 - I'm telling to you my "blues"...





Sevgili Jiyong,

Bazı insanlar bir amaç için gelir dünyaya. Aslında yalnızca bazıları değil, herkes bir amaç için gelmez mi? Ne de olsa başrollerin yolunu belirginleştiren yan roller olmak zorundadır tüm filmlerde. Hayatı da birkaç on yıl süren bir film olarak görmemek için bir neden yok sanırım.

Neden buradan girdim konuya?

Çünkü kendi nedenimi merak ediyorum.

Senin dünyaya geliş sebebinin şarkı yazıp söylemek olduğunu düşünüyorum. Hatta bazen bencilce, dede olduğunda bile bize şarkı yazıyor ol istiyorum.

Ama ya benimki?
Ben binlerce şey istiyorum hayattan. Resim yapmak istiyorum, fotoğraflar çekmek… Şarkılar söylemek istiyorum senin gibi. Beni sırf şarkılarım için seven insanlar olmasını istiyorum. Kısacası biraz sana özeniyorum. Big Bang’i konserde en önden dinlemek istiyorum. Bağıra çağıra şarkılarınızı söyleyeyim ve sesim kısılsın istiyorum. Sonra düşünüyorum ve dünyayı gezmek istiyorum. Her ülkeyi, her şehri tek tek… Hepsini görmek istiyorum. Bir daha fırsatım olmayacak ki? Hayatı replay’e basıp tekrar oynatamıyorum. Her şeyi film bitene kadar yapmak zorundayım. Birkaç tane on yıl her şey için yeterli olmayacak.
Tüm bunlar benim istediğim şeyler… Ya olmam gereken şey bambaşka bir şeyse? Ya bunların hiçbirini yapmamam gerekiyorsa? Ya ancak o zaman amacımı gerçekleştirmiş olacaksam? Yan rol olmak istemiyorum. Ben, dünyaya geliş nedenim her neyse isteklerimle uyuşsun istiyorum.
Ama bunların çok fazla şeyler olduğunun da farkındayım. Hepsini aynı anda olamayacağımı biliyorum.

Prens, bana yardım et. Ne yapmalıyım? Nasıl yapmalıyım? Nereden başlamalıyım?
O kadar çok cevapsız soru var ki aklımda, hepsini sana yazmaya utanıyorum. Bana yardım edemeyeceğini biliyorum içimde aslında. Sanırım tek istediğim daha önce bunları yaşamış birinin izlenimlerini, tecrübelerini dinlemek…

Sen de yaşadın bunları değil mi?
Söyle bana, bir şeyleri gerçekleştirsem de her zaman diğer şeyleri yaşayamamanın burukluğu olacak mı?

Sevgiler…
Prenses.


26 Ekim 2012 Cuma

26.10.2012 - Seni çekmek istiyorum!





Sevgili Prens…

Bu aralar fotoğraf çekiyorum!

Biliyor muydun ben fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Özellikle modeli bir güzel boyayıp çektiğim portreleri. ^.^ Model dediğim de kardeşim oluyor aramızda kalsın.
Yani sen geldin de çekmedim mi şimdi? :P Gelecekte bir gün seni görürsem fotoğrafını çekmek isterim. Mimiklerin sadece sana özel, pek çok insan onları yapamıyor. :)
Bu arada lütfen yanlış anlama, harika çekimler yapan dahi bir fotoğrafçı değilim. Zaten yolladığım fotoğraflara baktığında göreceksindir sen de.
Ama biliyor musun boyama işlerinde fena olmadığımı düşünüyorum. Kendini beğenmişin teki olduğumu düşünme. Sadece yapabildiğim pek az şey olduğunu, bunlardan birinin de kalemler ve boyalarla uğraşmak olduğunun farkındayım o kadar. Senin müzikte iyi olduğun kadar resim konusunda iyi olsam keşke. Ama ne yazık ki sadece “fena değilim” demeye gücüm ve vicdanım yetiyor. Ama inanıyorum ki çok çalışırsam başarılmayacak hiçbir şey yoktur. :)

Her neyse, fotoğraflara gelecek olursak. :)



Bu ilk çektiğimdi. Biz Türklerin eski bir sanatçısı vardır. Harika gözleri olduğunu düşünürüz. Adı Türkan Şoray. Bu fotoğrafta da kardeşimin gözleri onunkileri hatırlatmıştı bana. O yüzden çok sevdim. ^^

Birkaç gün sonra iki fotoğraf daha çektim.


Bu, ilk çektiğimdi. Yapması kolaydı. Ama çekerken doğru pozu bir türlü yakalayamamıştım. Bu pozda da yüzünün açısını çok beğensem de saçlarının karmaşıklığı ve kolların açısı beni rahatsız etmedi değil. Ama yine de fena olmadı gibi.


Daha sonra da bu makyajı yaptım. Göz kısmındaki kırmızılar yenilebilir guaj boya. Demek istediğim zararsız boya. :) Patatesten yapılıyormuş. Makyajdan sonra hemen fotoğrafı çektim. Yaklaşık beş dakikada halledilmişti fotoğraf. Ama makyajı temizlemesi 27 dakika sürdü ve her yer mahvoldu.
-__-

Çekimden sonra fotoğraf düzenleyicide renkleriyle oynuyorum ve birkaç bozukluğu düzeltiyorum.
Ve sonuç bunlar oluyor işte.

Dediğim gibi mükemmeliyet vadisinin ötesinde değiller, ama ben bunları yapıp çekmeyi çok seviyorum :)

Sanırım sen kadrajda olmayı daha çok seviyorsun :P
Hayranlar senin fotoğrafını çekerken ne hissediyorsun? :)

Sevgiler.
Prenses. 


22 Ekim 2012 Pazartesi

22.10.2012 - En mutlu düşten daha mutludur uyanmak. - G.B.Shaw




Sevgili Jiyong,

Hayatımda hiç bu kadar çok etkilenmemiştim bir rüyadan… Bunu sadece sana anlatabilirim. Ama yeri burası değil. Bir araya geldiğimde anlatacağım hepsini.
Sadece bana etkilerini bilmeni istedim şimdilik.

Donup kaldığım bir şey yaşadım. Her şeyin bittiğini hissettim. Ağladım, bağırdım ama sesimi duyuramadım. Yardım için kimseyi çağıramadım. Kendim de kalkıp gidemedim. Ayaklarım oraya yapışmış gibiydi. Kollarımı bile kaldıramadım. Sıkı bir iple bağlanmıştım sanki. Sesime ne olmuştu hiç bilmiyorum. Çıkmadı. Yalnızca o sesi duydum. Hayatımın, hayallerimin, her şeyin elimden kayıp gittiğini belirten bir sesti.
En kötüsü de, her şey benim suçumdu. Yapmamam gereken bir şeyi, dalgınlıkla yaptığım için olmuştu bunlar. Daha dikkatli olmalıydım. Sadece birkaç saniyelik bir zaman diliminde her şey olup biterken hem umutsuzluk, hem korku, hem de vicdan azabı ve pişmanlıkla boğuştum. Neredeyse ölecek gibiydim, ama ölmeyeceğimi ve ömrümün kalanında bu acıyı hissetmem gerektiğini de biliyordum. Ölmek daha kolaydı. Ve acısız. Hatta umut dolu… Sesler kesildiğinde hareket kabiliyetim de geri gelmişti. Hemen koştum. Uzaklaşmak mı istiyordum yoksa daha yakından bakmak mı hatırlamıyorum.
Uyanmışım.

Etrafıma bakıp bunun gerçek olmadığını söyledim kafamın içinde kendime. 

Sonra yaptığım ilk şey müzik çalarıma uzanmak oldu. Şok ve korkuyla ellerim titreyerek kulaklığı kulağıma taktım. Odadan çıkıp yalnız kalabileceğim bir yere geldim ve şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım bir Big Bang şarkısı açtım. Yine de rüyanın gerçek olup olmadığını düşünüp duruyordum. Böylece sesi yükselttim ve sona getirdim. Kulaklarım acıyordu. Kafamın içi senin sesinle dolmuştu. Düşünceler bir süreliğine uzaklaştı. Ancak tam olarak kendime gelmem birkaç şarkı sürdü.

Rüyamı kimseye anlatmadım. Anlatacağım tek kişi de sensin. Çünkü o an beni kendime getiren de sen olmuştun.

Bu mektubumda, bir hata yaptığında ya da çok üzüldüğünde, pişman olduğunda, acı çektiğinde sen ne yaparsın, diye sormayacağım. Senin müziklerini dinleyen biri olarak ne yaptığını anlayabiliyorum. 
Sen hepsini bizimle paylaşıyorsun.

Bu sana iyi hissettiriyor mu gerçekten? Ben ne yapmalıyım iyi hissetmek için?

Sana anlatmak yeterli olacak mı?

Sevgiler...
Prenses.

10 Ekim 2012 Çarşamba

10.10.2012 - Aşk aslında yere düşmek gibiymiş :)




Sevgili Jiyong,

3 Idıots filmini izlemiş miydin? Ben birkaç kere izledim. İlk izlediğimde o kadar sevmiştim ki ertesi gün tekrar izledim hatta. :)
En sevdiğim diyaloglardan biri de şudur:

"-...sen de onu sevmiyordun.
-Neden sevmiyormuşum?
-Onu gördüğünde rüzgar şarkı söylüyor mu? Şalın ağır çekimde uçuşuyor mu? Ay gözünde büyüyor mu?
-Bu dediklerin filmlerde olur, gerçekte değil!"
-Gerçek hayatta da olur; bir insanı sevdiğinde, bir dümbeleği değil."


Şimdi soracaksın. Bu sıralar yeniden mi izledin, diye. İzlemedim aslında. Ama bugün yaşadığım bir şey yüzünden aklıma geldi. Bunu yalnızca sana anlatacağım. :)

Her zamanki gibi dersimden çıkmış paşa paşa evime yollanmıştım. Evime giden kaldırımın kenarında ağaçlar vardır. Şu aralar yeşil ve fasulye tipli şeyler sarkıyor dallarından çok tatlılar. Bu fasulyelerin aşağı çok eğildiği yerlerde ben başımı eğiyordum ve böylece bir uyum içerisinde mutlu mesut yaşıyorduk. Ben hep yaptığım gibi kulaklığımı takmış güzel bir müzik açmıştım.
Sonra bir süredir beni çok heyecanlandıran bir ses duydum. Yani kulaklığımdan duydum. Harika bir şarkı ve harika bir erkek sesi. Adını söylemeyeceğim :P Ama bilmeni isterim ki o ses senin değildi. (Merak etme senin sesini de duyunca ayrı dünyalara giderim ben :) Ayrıca bu hikayede sen de varsın ^^) Bu adam aslında dünyanın en güzel sesli adamı değil kabul ediyorum. Ama bana çok etkileyici geliyor sesi ne yapabilirim? :) Kalbimin midemin oralarda bir yerlerde hızla çarpmasına neden oluyor. Neredeyse kanatlarım çıkacakmış gibi hissediyorum. Hayat daha güzel ve yaşanası oluyor.

Ve işte tam o an 3 Idıiots filmi gerçek oldu!

Sesini duyar duymaz ilginç bir rüzgar esti ve kaldırımın kenarındaki fasulyeli ağaçlar dans etmeye başladı. Bugün şal takmamıştım ama saçlarımı açık bırakmıştım. Onlar ağır çekimde dalgalanmaya başladılar. Gündüz vakti Ay’ı göremesem bile güneş daha bir parlak kuşlar böcekler daha bir sevimli göründüler gözlerime. Aşık olmuştum o sese. Ve o güzel duyguyla şarkımı dinlemeye devam ettim.

Tam bir romantizm değil mi?

Aslında benim hayatım daha çok romantik-komedi gibidir.
Tüm bunlar olurken içimde çok büyük bir heyecan hissettim. Dans eden fasulyelerin yanından geçmek için kaldırımdan aşağıya yöneldim. Ancak ayağımı daha basamadan yeri öptüm. :) Ne olduğunu anlayamadan caddeye düşmüştüm. Neyse ki hiç araba gelmiyordu. Bir anlık şokla olduğum yere oturup etrafıma bakındığımı hatırlıyorum. Bir yerlerimin acıyıp acımadığından emin olmak istedim sanırım. Ama hemen sonra caddede olduğumu hatırlayıp oradan kalkmaya çabaladım. İnanır mısın kimse de yardım etmedi.

Bence insanlar, aşık olan diğer insanlar yere düştüklerinde yardım etmelidir! ^.^

Kalktığımda dinlediğim şarkı da bitmişti. Böylelikle iyice kendime geldim.  Acıyan dizlerimi ve ellerimi görmezden gelmek için çok güzel bir şarkı açtım.
“Wow Fantastic Baby!”ler eşliğinde yoluma devam ettim. Big Bang’in iyileştirici gücünü keşfedip Tıp alanına büyük bir hediye sunmuş olmanın mutluluğuyla evime vardım sonunda da. ^^

Big Bang bir idea adeta :)

Şimdi şu sesiyle aşk yaşadığım adamın kim olduğunu tahmin et bakalım! :P

Bir de merak ediyorum da… Acaba sen hiç böyle bir deneyim yaşadın mı? Hiç atkın falan uçuştu mu aşık olunca? Ay gözlerinde büyüdü mü? Rüzgar şarkı söyledi mi :)

Sevgiler...
Prenses.


8 Ekim 2012 Pazartesi

08.10.2012 - Ben ağlamaktan hoşlanmam aslında.



Sevgili Jiyong,

Hiç, her şeyin bir nedeni olduğunu düşündün mü?

Ben bugün düşünmeye başladım.

Ve sanırım bir gözyaşı insanlar için çok şey ifade ediyor.

Gözyaşları kendilerine ya da sevdiklerine ait olmasa bile bazı insanların hala kalpleri var anlaşılan.

Olay çok basit bir şeydi aslında. Kaldığım yurttaki odamı değiştirmek için bir başvuruda bulunmuştum. Hem de başvurumu son derece resmi bir şekilde yapmıştım. İnsanlarla kibarca konuşmuş gerekeni yapmalarını rica etmiştim. Sonuç olarak sıfıra yakın bir ilgiyle “oda arkadaşınla seni ayrı ayrı koyabiliriz.” dendi baştan savarcasına. Yıllar içinde neler atlatarak birbirimize karşı güven kazanmışken nasıl ayrılıp başka birilerine güvenmeye çalışacaktık ki?
Hemen ardından bize bunu söyleyenlerin bir üstüyle – müdireyle görüşmeye karar verdik. Ona da detaylıca anlatıp yardım etmesini isteyecektik. Çünkü zaten en başında bizim derdimizi dinleyen kişi bu müdireydi. Dışarıda olduğu için beklememiz gerekiyordu. Ben de onu beklerken annemi arayıp neler olduğunu anlattım. Ne yazık ki annem beni anlamadı ve bağırmaya başladı. Telefon kapandığında sinirlerim son derece bozulmuştu.

İşte o sırada kuzenimden beklemediğim bir telefon aldım ve olanları ona da anlatırken, annemin tepkisinin de etkisiyle ağlamaya başladım. İnsanların içinde ağlamaktan nefret ederken müdürlüğün ortasında bir yandan zırıl zırıl ağlayıp bir yandan kuzenimin tesellilerini dinliyordum.
Mektubumun başında bahsettiğim her şeyin bir nedeni vardır konusu bundan kaynaklanıyor işte. Ben ağlarken müdire gelmiş ve beni görmüş. Oda arkadaşımla konuşup ilgileneceğini söylemiş. Bundan birkaç saat sonraysa her şey hallolmuştu. Arkadaşımla ayrılmadım ve odam da değişti.

Kuzenimden gelen o telefon tesadüf müydü yoksa annem mi beni aramasını söylemişti bilmiyorum. Ama zamanlaması kesinlikle ilginçti. En ufak bir şey gidişatı ne kadar da değiştiriyormuş öyle. Yeni geçeceğimiz oda bizim için daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacak bilmiyorum ama konu da bu değil zaten. O an her şey ters giderken ve ağladığım için utanmışken bunun işleri değiştirmesi asıl mesele.
Bu benim “Her şeyin bir nedeni vardır.” diye düşünmeme neden oluyor işte. Sanırım haklıyım. Gerçekten de her şeyin bir nedeni var.

Daha sonra yine haberleri veririm sana.

Şimdi sen anlat. Böyle düşünmene neden olan bir şey oldu mu hiç? Ya da ben tamamen haksız mıyım sence?

Sevgiler...
Prenses...
 

Sample text

Sample Text