Pages

28 Ekim 2012 Pazar

28-10-2012 - I'm telling to you my "blues"...





Sevgili Jiyong,

Bazı insanlar bir amaç için gelir dünyaya. Aslında yalnızca bazıları değil, herkes bir amaç için gelmez mi? Ne de olsa başrollerin yolunu belirginleştiren yan roller olmak zorundadır tüm filmlerde. Hayatı da birkaç on yıl süren bir film olarak görmemek için bir neden yok sanırım.

Neden buradan girdim konuya?

Çünkü kendi nedenimi merak ediyorum.

Senin dünyaya geliş sebebinin şarkı yazıp söylemek olduğunu düşünüyorum. Hatta bazen bencilce, dede olduğunda bile bize şarkı yazıyor ol istiyorum.

Ama ya benimki?
Ben binlerce şey istiyorum hayattan. Resim yapmak istiyorum, fotoğraflar çekmek… Şarkılar söylemek istiyorum senin gibi. Beni sırf şarkılarım için seven insanlar olmasını istiyorum. Kısacası biraz sana özeniyorum. Big Bang’i konserde en önden dinlemek istiyorum. Bağıra çağıra şarkılarınızı söyleyeyim ve sesim kısılsın istiyorum. Sonra düşünüyorum ve dünyayı gezmek istiyorum. Her ülkeyi, her şehri tek tek… Hepsini görmek istiyorum. Bir daha fırsatım olmayacak ki? Hayatı replay’e basıp tekrar oynatamıyorum. Her şeyi film bitene kadar yapmak zorundayım. Birkaç tane on yıl her şey için yeterli olmayacak.
Tüm bunlar benim istediğim şeyler… Ya olmam gereken şey bambaşka bir şeyse? Ya bunların hiçbirini yapmamam gerekiyorsa? Ya ancak o zaman amacımı gerçekleştirmiş olacaksam? Yan rol olmak istemiyorum. Ben, dünyaya geliş nedenim her neyse isteklerimle uyuşsun istiyorum.
Ama bunların çok fazla şeyler olduğunun da farkındayım. Hepsini aynı anda olamayacağımı biliyorum.

Prens, bana yardım et. Ne yapmalıyım? Nasıl yapmalıyım? Nereden başlamalıyım?
O kadar çok cevapsız soru var ki aklımda, hepsini sana yazmaya utanıyorum. Bana yardım edemeyeceğini biliyorum içimde aslında. Sanırım tek istediğim daha önce bunları yaşamış birinin izlenimlerini, tecrübelerini dinlemek…

Sen de yaşadın bunları değil mi?
Söyle bana, bir şeyleri gerçekleştirsem de her zaman diğer şeyleri yaşayamamanın burukluğu olacak mı?

Sevgiler…
Prenses.


26 Ekim 2012 Cuma

26.10.2012 - Seni çekmek istiyorum!





Sevgili Prens…

Bu aralar fotoğraf çekiyorum!

Biliyor muydun ben fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Özellikle modeli bir güzel boyayıp çektiğim portreleri. ^.^ Model dediğim de kardeşim oluyor aramızda kalsın.
Yani sen geldin de çekmedim mi şimdi? :P Gelecekte bir gün seni görürsem fotoğrafını çekmek isterim. Mimiklerin sadece sana özel, pek çok insan onları yapamıyor. :)
Bu arada lütfen yanlış anlama, harika çekimler yapan dahi bir fotoğrafçı değilim. Zaten yolladığım fotoğraflara baktığında göreceksindir sen de.
Ama biliyor musun boyama işlerinde fena olmadığımı düşünüyorum. Kendini beğenmişin teki olduğumu düşünme. Sadece yapabildiğim pek az şey olduğunu, bunlardan birinin de kalemler ve boyalarla uğraşmak olduğunun farkındayım o kadar. Senin müzikte iyi olduğun kadar resim konusunda iyi olsam keşke. Ama ne yazık ki sadece “fena değilim” demeye gücüm ve vicdanım yetiyor. Ama inanıyorum ki çok çalışırsam başarılmayacak hiçbir şey yoktur. :)

Her neyse, fotoğraflara gelecek olursak. :)



Bu ilk çektiğimdi. Biz Türklerin eski bir sanatçısı vardır. Harika gözleri olduğunu düşünürüz. Adı Türkan Şoray. Bu fotoğrafta da kardeşimin gözleri onunkileri hatırlatmıştı bana. O yüzden çok sevdim. ^^

Birkaç gün sonra iki fotoğraf daha çektim.


Bu, ilk çektiğimdi. Yapması kolaydı. Ama çekerken doğru pozu bir türlü yakalayamamıştım. Bu pozda da yüzünün açısını çok beğensem de saçlarının karmaşıklığı ve kolların açısı beni rahatsız etmedi değil. Ama yine de fena olmadı gibi.


Daha sonra da bu makyajı yaptım. Göz kısmındaki kırmızılar yenilebilir guaj boya. Demek istediğim zararsız boya. :) Patatesten yapılıyormuş. Makyajdan sonra hemen fotoğrafı çektim. Yaklaşık beş dakikada halledilmişti fotoğraf. Ama makyajı temizlemesi 27 dakika sürdü ve her yer mahvoldu.
-__-

Çekimden sonra fotoğraf düzenleyicide renkleriyle oynuyorum ve birkaç bozukluğu düzeltiyorum.
Ve sonuç bunlar oluyor işte.

Dediğim gibi mükemmeliyet vadisinin ötesinde değiller, ama ben bunları yapıp çekmeyi çok seviyorum :)

Sanırım sen kadrajda olmayı daha çok seviyorsun :P
Hayranlar senin fotoğrafını çekerken ne hissediyorsun? :)

Sevgiler.
Prenses. 


22 Ekim 2012 Pazartesi

22.10.2012 - En mutlu düşten daha mutludur uyanmak. - G.B.Shaw




Sevgili Jiyong,

Hayatımda hiç bu kadar çok etkilenmemiştim bir rüyadan… Bunu sadece sana anlatabilirim. Ama yeri burası değil. Bir araya geldiğimde anlatacağım hepsini.
Sadece bana etkilerini bilmeni istedim şimdilik.

Donup kaldığım bir şey yaşadım. Her şeyin bittiğini hissettim. Ağladım, bağırdım ama sesimi duyuramadım. Yardım için kimseyi çağıramadım. Kendim de kalkıp gidemedim. Ayaklarım oraya yapışmış gibiydi. Kollarımı bile kaldıramadım. Sıkı bir iple bağlanmıştım sanki. Sesime ne olmuştu hiç bilmiyorum. Çıkmadı. Yalnızca o sesi duydum. Hayatımın, hayallerimin, her şeyin elimden kayıp gittiğini belirten bir sesti.
En kötüsü de, her şey benim suçumdu. Yapmamam gereken bir şeyi, dalgınlıkla yaptığım için olmuştu bunlar. Daha dikkatli olmalıydım. Sadece birkaç saniyelik bir zaman diliminde her şey olup biterken hem umutsuzluk, hem korku, hem de vicdan azabı ve pişmanlıkla boğuştum. Neredeyse ölecek gibiydim, ama ölmeyeceğimi ve ömrümün kalanında bu acıyı hissetmem gerektiğini de biliyordum. Ölmek daha kolaydı. Ve acısız. Hatta umut dolu… Sesler kesildiğinde hareket kabiliyetim de geri gelmişti. Hemen koştum. Uzaklaşmak mı istiyordum yoksa daha yakından bakmak mı hatırlamıyorum.
Uyanmışım.

Etrafıma bakıp bunun gerçek olmadığını söyledim kafamın içinde kendime. 

Sonra yaptığım ilk şey müzik çalarıma uzanmak oldu. Şok ve korkuyla ellerim titreyerek kulaklığı kulağıma taktım. Odadan çıkıp yalnız kalabileceğim bir yere geldim ve şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım bir Big Bang şarkısı açtım. Yine de rüyanın gerçek olup olmadığını düşünüp duruyordum. Böylece sesi yükselttim ve sona getirdim. Kulaklarım acıyordu. Kafamın içi senin sesinle dolmuştu. Düşünceler bir süreliğine uzaklaştı. Ancak tam olarak kendime gelmem birkaç şarkı sürdü.

Rüyamı kimseye anlatmadım. Anlatacağım tek kişi de sensin. Çünkü o an beni kendime getiren de sen olmuştun.

Bu mektubumda, bir hata yaptığında ya da çok üzüldüğünde, pişman olduğunda, acı çektiğinde sen ne yaparsın, diye sormayacağım. Senin müziklerini dinleyen biri olarak ne yaptığını anlayabiliyorum. 
Sen hepsini bizimle paylaşıyorsun.

Bu sana iyi hissettiriyor mu gerçekten? Ben ne yapmalıyım iyi hissetmek için?

Sana anlatmak yeterli olacak mı?

Sevgiler...
Prenses.

10 Ekim 2012 Çarşamba

10.10.2012 - Aşk aslında yere düşmek gibiymiş :)




Sevgili Jiyong,

3 Idıots filmini izlemiş miydin? Ben birkaç kere izledim. İlk izlediğimde o kadar sevmiştim ki ertesi gün tekrar izledim hatta. :)
En sevdiğim diyaloglardan biri de şudur:

"-...sen de onu sevmiyordun.
-Neden sevmiyormuşum?
-Onu gördüğünde rüzgar şarkı söylüyor mu? Şalın ağır çekimde uçuşuyor mu? Ay gözünde büyüyor mu?
-Bu dediklerin filmlerde olur, gerçekte değil!"
-Gerçek hayatta da olur; bir insanı sevdiğinde, bir dümbeleği değil."


Şimdi soracaksın. Bu sıralar yeniden mi izledin, diye. İzlemedim aslında. Ama bugün yaşadığım bir şey yüzünden aklıma geldi. Bunu yalnızca sana anlatacağım. :)

Her zamanki gibi dersimden çıkmış paşa paşa evime yollanmıştım. Evime giden kaldırımın kenarında ağaçlar vardır. Şu aralar yeşil ve fasulye tipli şeyler sarkıyor dallarından çok tatlılar. Bu fasulyelerin aşağı çok eğildiği yerlerde ben başımı eğiyordum ve böylece bir uyum içerisinde mutlu mesut yaşıyorduk. Ben hep yaptığım gibi kulaklığımı takmış güzel bir müzik açmıştım.
Sonra bir süredir beni çok heyecanlandıran bir ses duydum. Yani kulaklığımdan duydum. Harika bir şarkı ve harika bir erkek sesi. Adını söylemeyeceğim :P Ama bilmeni isterim ki o ses senin değildi. (Merak etme senin sesini de duyunca ayrı dünyalara giderim ben :) Ayrıca bu hikayede sen de varsın ^^) Bu adam aslında dünyanın en güzel sesli adamı değil kabul ediyorum. Ama bana çok etkileyici geliyor sesi ne yapabilirim? :) Kalbimin midemin oralarda bir yerlerde hızla çarpmasına neden oluyor. Neredeyse kanatlarım çıkacakmış gibi hissediyorum. Hayat daha güzel ve yaşanası oluyor.

Ve işte tam o an 3 Idıiots filmi gerçek oldu!

Sesini duyar duymaz ilginç bir rüzgar esti ve kaldırımın kenarındaki fasulyeli ağaçlar dans etmeye başladı. Bugün şal takmamıştım ama saçlarımı açık bırakmıştım. Onlar ağır çekimde dalgalanmaya başladılar. Gündüz vakti Ay’ı göremesem bile güneş daha bir parlak kuşlar böcekler daha bir sevimli göründüler gözlerime. Aşık olmuştum o sese. Ve o güzel duyguyla şarkımı dinlemeye devam ettim.

Tam bir romantizm değil mi?

Aslında benim hayatım daha çok romantik-komedi gibidir.
Tüm bunlar olurken içimde çok büyük bir heyecan hissettim. Dans eden fasulyelerin yanından geçmek için kaldırımdan aşağıya yöneldim. Ancak ayağımı daha basamadan yeri öptüm. :) Ne olduğunu anlayamadan caddeye düşmüştüm. Neyse ki hiç araba gelmiyordu. Bir anlık şokla olduğum yere oturup etrafıma bakındığımı hatırlıyorum. Bir yerlerimin acıyıp acımadığından emin olmak istedim sanırım. Ama hemen sonra caddede olduğumu hatırlayıp oradan kalkmaya çabaladım. İnanır mısın kimse de yardım etmedi.

Bence insanlar, aşık olan diğer insanlar yere düştüklerinde yardım etmelidir! ^.^

Kalktığımda dinlediğim şarkı da bitmişti. Böylelikle iyice kendime geldim.  Acıyan dizlerimi ve ellerimi görmezden gelmek için çok güzel bir şarkı açtım.
“Wow Fantastic Baby!”ler eşliğinde yoluma devam ettim. Big Bang’in iyileştirici gücünü keşfedip Tıp alanına büyük bir hediye sunmuş olmanın mutluluğuyla evime vardım sonunda da. ^^

Big Bang bir idea adeta :)

Şimdi şu sesiyle aşk yaşadığım adamın kim olduğunu tahmin et bakalım! :P

Bir de merak ediyorum da… Acaba sen hiç böyle bir deneyim yaşadın mı? Hiç atkın falan uçuştu mu aşık olunca? Ay gözlerinde büyüdü mü? Rüzgar şarkı söyledi mi :)

Sevgiler...
Prenses.


8 Ekim 2012 Pazartesi

08.10.2012 - Ben ağlamaktan hoşlanmam aslında.



Sevgili Jiyong,

Hiç, her şeyin bir nedeni olduğunu düşündün mü?

Ben bugün düşünmeye başladım.

Ve sanırım bir gözyaşı insanlar için çok şey ifade ediyor.

Gözyaşları kendilerine ya da sevdiklerine ait olmasa bile bazı insanların hala kalpleri var anlaşılan.

Olay çok basit bir şeydi aslında. Kaldığım yurttaki odamı değiştirmek için bir başvuruda bulunmuştum. Hem de başvurumu son derece resmi bir şekilde yapmıştım. İnsanlarla kibarca konuşmuş gerekeni yapmalarını rica etmiştim. Sonuç olarak sıfıra yakın bir ilgiyle “oda arkadaşınla seni ayrı ayrı koyabiliriz.” dendi baştan savarcasına. Yıllar içinde neler atlatarak birbirimize karşı güven kazanmışken nasıl ayrılıp başka birilerine güvenmeye çalışacaktık ki?
Hemen ardından bize bunu söyleyenlerin bir üstüyle – müdireyle görüşmeye karar verdik. Ona da detaylıca anlatıp yardım etmesini isteyecektik. Çünkü zaten en başında bizim derdimizi dinleyen kişi bu müdireydi. Dışarıda olduğu için beklememiz gerekiyordu. Ben de onu beklerken annemi arayıp neler olduğunu anlattım. Ne yazık ki annem beni anlamadı ve bağırmaya başladı. Telefon kapandığında sinirlerim son derece bozulmuştu.

İşte o sırada kuzenimden beklemediğim bir telefon aldım ve olanları ona da anlatırken, annemin tepkisinin de etkisiyle ağlamaya başladım. İnsanların içinde ağlamaktan nefret ederken müdürlüğün ortasında bir yandan zırıl zırıl ağlayıp bir yandan kuzenimin tesellilerini dinliyordum.
Mektubumun başında bahsettiğim her şeyin bir nedeni vardır konusu bundan kaynaklanıyor işte. Ben ağlarken müdire gelmiş ve beni görmüş. Oda arkadaşımla konuşup ilgileneceğini söylemiş. Bundan birkaç saat sonraysa her şey hallolmuştu. Arkadaşımla ayrılmadım ve odam da değişti.

Kuzenimden gelen o telefon tesadüf müydü yoksa annem mi beni aramasını söylemişti bilmiyorum. Ama zamanlaması kesinlikle ilginçti. En ufak bir şey gidişatı ne kadar da değiştiriyormuş öyle. Yeni geçeceğimiz oda bizim için daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacak bilmiyorum ama konu da bu değil zaten. O an her şey ters giderken ve ağladığım için utanmışken bunun işleri değiştirmesi asıl mesele.
Bu benim “Her şeyin bir nedeni vardır.” diye düşünmeme neden oluyor işte. Sanırım haklıyım. Gerçekten de her şeyin bir nedeni var.

Daha sonra yine haberleri veririm sana.

Şimdi sen anlat. Böyle düşünmene neden olan bir şey oldu mu hiç? Ya da ben tamamen haksız mıyım sence?

Sevgiler...
Prenses...

4 Ekim 2012 Perşembe

04.10.2012 - Bazı insanlar Paris'e gitmek istiyor olabilirler...



Sevgili Jiyong,

Üzgünüm, son birkaç gündür sana hiç yazamadım. Bu aralar çok fazla film izliyorum da. Kendimi dünyadan soyutladım denebilir.

Dikkatimi ne çekti biliyor musun?
Son günlerde izlediğim her filmde Paris’in lafı geçti. Birkaç film Paris’te geçiyordu. Bazılarında ise oyuncaların yolu Paris’ten geçiyordu. Arkadaşlarımla konuşmalarımda bile Paris’ten bahsedildi. Sence de ilginç değil mi?

Nedense sonbahar ya da kış zamanı görmek istiyorum Paris’i. Bilirsin. Sonbaharda Eiffel’in tepesindeyken şapkanın uçup saçlarının savrulması kadar iyisi yoktur. Bakarsın trençkotlu yakışıklı bir yabancı kaybettiğin şapkanı sana getirmeye karar verir, kim bilir? :) Gerçi sen erkeksin ama ne demek istediğimi anlamışsındır. Yani sonuçta, senin de atkın uçup gidebilir ve trençkotlu güzel bir kız tarafından geri getirilebilir. ^^

Kışı ele alalım. :) Paris’e gitsem muhtemelen zilyonlarca fotoğraf çekinirdim. Kışın fotoğraf çekmek harikadır. Üstelik çekeceğimiz yer alelade bir yer de değil, Paris! Öyle güzel bir şehri karlar altında fotoğraflamak harika olmaz mı? :)

Aslında gitmeyi istediğim çok şehir var. Sana yeri geldikçe hepsinden bahsedeceğim. Şimdilik takıntılı şekilde düşlediğim tek şehir Paris. Ve yine şimdilik hepsi hayal olarak kalıyor.

Ama hey! 
Hayal kurmak için Paris’ten daha iyi bir yer olabilir mi? 

Sen gitmiştin değil mi oraya? Bana biraz anlatsana… :)

Sevgiler...
Prenses.

30 Eylül 2012 Pazar

30.09.2012 - Bugün mutfağa girdim!




Sevgili Prens,

Bugün teyzemle birlikte gün yaptık! Muhtemelen sen gün nedir bilmiyorsundur. :) Türkiye'de kadınlar birleşirler, dedikodu eşliğinde pasta, börek, meze türü şeyler yerler. Siz erkeklerin içki masası gibi bir şey anlayacağın. Elbette bizim yaptığımız toplantıda dedikoduyu annemle teyzem yaptı. Ben o sırada televizyonda oynayan “Bir Külkedisi Masalı”nı izliyordum. Bilmiyorsan söyleyeyim, güzel filmdir. En azından bir kız olarak ben beğeniyorum diyelim. :)

Neyse neyse… Kek yaptım bugün! Çok sevimli oldular. :) Mercimek köftesi ve bir çeşit börek de yaptık. Aslında annemle teyzem yaptı demek daha doğru olur, ben pek anlamam bu işleri. -,-


Bak keklerim burada ^^ Çok sevimli değiller mi?

Bunlar da diğerleri. O yeşil şey koruk turşusu. Yani olmamış üzümlerle yapılan bir şey. Ve annem bu şeyi mükemmel yapar ^^

Ayrıca bu fotoğraflara bakıp özen lütfen. Eğer Türkiye’ye gelirseniz emin ol ki bir sürü kız size böyle şeyler yapıp getirecektir! :D Ben getirir miyim bilmiyorum, daha yeni öğreniyorum yapmayı. Yine de gelin yani! Bizi düşünmüyorsanız yemekleri düşünün. :D Hem duyduğuma göre Taeyang’ı sürekli mutfağa sokmaya çalışıyormuşsun sana yemek yapsın diye. Bizim kızlar bu yemekleri Taeyang’a da öğretirler, o da sana bol bol yapar. Yine de gerçeğini yemek için Türkiye’ye gelmeniz gerek ^^ :P
Neyse, kapatıyorum bu yemek faslını. Daha fazla acıkma diye.

Bugün arkadaşımla şu Twitter’dan bahsediyorduk. Saçma sapan insanlar takibe alıyorlar. Senin yaptığın en güzeli. Seni takip edenleri takip etmesen de kimse sana kızmıyor mesela. Ama ben bazen bir konuda aynı zevki paylaşıyoruz diye geri takip yapabiliyorum. Örneğin sırf Kore-sever olduğu için takip ettiklerim var. Eğer o takibi bırakırsa ben de bırakıyorum. Çünkü zaten Kore-sever olduğu için takip etmiştim onu. Kara kaşı-kara gözü yüzünden değil ki! Ayrıca açık kumral saçları, hafif esmer teni, yeşil gözleri ve dolgun dudakları olsa, bir de üstüne uzun boylu ve yapılı bir adam olsa tamam. O zaman takip etmeye devam ederim yani. Sonuçta bir Dean Winchester kolay yetişmiyor. ^^

Bu arada sana hiç bahsetmedim bundan ama tam bir Supernatural hastasıyımdır. Dean Winchester’ı da çok severim. Çok sağlam bir karakter diye düşünüyorum. ^^

Sen izler misin Supernatural? Anlatsana.

Sevgiler...
Prenses.

29 Eylül 2012 Cumartesi

29.09.2012 - Bugün gezme günüydü. :)


Sevgili Ji Yong,

Bugün inanılmaz derecede yorgunum biliyor musun? Dün talihsiz bir gezi yaptım ve hastalanarak döndüm. Bugün de kendimi çok iyi hissetmememe rağmen çıkmam gerekiyordu.

Ama iyi ki de çıkmışım. Hayatımda ilk defa fondü yedim, güzel bir şeymiş. Tabi ki hemen görmemiş gibi fotoğraflamalıydım. Aslında ben bunda bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Çünkü kelimenin tam anlamıyla ben gerçekten hayatımda fondü görmemiştim ki. :) Demek istediğim aslında “görmemiş” benim için uygun bir sözcüktü bu durumda.




Yani teknik olarak ben değil, kardeşim çekti bu fotoğrafı ama ne demek istediğimi anlamışsındır.
Ayrıca çok hoş bir çocukla da karşılaştım. Su almak için markete girmiştim. Kasada beklerken o çocuk da önümde duruyordu. Önce bir baktı, sonra önüne döndü hafifçe gülümsedi.

Tamam, burası liseli bir kız gibi heyecanla zıplamaya başladığım kısım. O yüzden kusuruma bakma olur mu? :)
Kasiyer, onun ürünlerini geçirirken bakıp bakıp gülümsemeye devam etti. aslında bir an için acaba suratımda komik bir şey mi var da böyle gülüp başını eğiyor diye düşünmeden edemedim. Sonradan kardeşimden öğrendiğime göre tipim gayet düzgünmüş neyse ki. -,- Neyse işte bu kadardı. Hayatımın hikayesi değil mi? :D Gülümseyip, utanır gibi başını eğdiği için hoşlandım yani. Bence çok üstüne alınmasın ^^
Veee… Bil bakalım ne yaptım? Kırtasiyeye gittim!

Ben tam bir kırtasiye delisiyim. Girdim mi çıkamıyorum. Gözüm dönüyor üstelik. Annem, hep kardeşimi de yollar yanımda kırtasiyeye gideceğim zaman. Beni dizginliyor. Bugünse birazcık alışveriş yaptım itiraf ediyorum.

Küçük not kağıtları aldım. Bunlar benim sınav koruma programım olacak. Neyi kastettiğimi anlaman için sana baştan bir özet geçeyim.

Öncelikle ben Felsefe 3. Sınıf öğrencisiyim. Ve artık kim üstüne alınırsa alınsın, sınıfım beyinsiz dolu. Bir de beyinsizin yanı sıra kurnazlar var. Ben iki türden de nefret ediyorum. Sürekli ders notlarımı alıyorlar. Bir an notlarım masanın üstündeyken bir an sonra kaybolmuş oluyor. Tembeller ordusu bir de utanmadan bu notları çoğaltıp dağıtıyorlar. Ben de normal notların dışındaki çalışma notlarımı artık bu ufak kağıtlara yazacağım. Ve hepsi birbirine zımbalı olacağından kimse alamayacak diye düşünüyorum. İsteyene de vermeyeceğim artık bu, bu kadar basit. Bir de okulumuz ders geçme notunu düşürmüş. Artık 50 alanlar bile o dersi rahatlıkla geçecekler. Bunca zamandır boşuna notumu yüksek tutmaya çalışmışım. Baksana, millet elini kolunu sallayarak ders geçecek. Tembelken sınıf geçebilen insanlardan tiksiniyorum.

Sinirimi bozuyorlar Prens, hem de çok.
Ama aldırmayacağım. Üstesinden gelebilirim!

Şimdi sen anlat… Orada durumlar nasıl? :)

Sevgiler...
Prenses.

26 Eylül 2012 Çarşamba

"Sevgili Prens..." diye başlamak gerekir herhalde.


Bu yalnızca bloğun tanıtım yazısı olacak. Bu bir mektup değil.
Bu bloğu açmak için bir nedenim var. Elbette var! Nedensiz yere blog açanların bile bir nedeni var sonuçta. Onların nedeni, nedensiz yere blog açmak! Benim nedenim günlük tutmak. Çoğunlukla insanlar bu nedenle açıyorlar sanırım. Benim de başka bir bloğum var aslında. Ancak o rastlantısal şeyleri rastlantısal olarak yazdığım bir yer daha çok. Ona günlük demek biraz zor.
Daha önce yalnızca bir kez günlük tutmayı denedim. Şu süslü defterlerden bile almıştım. Yalnızca beş sayfasını doldurdum sanırım. Hatta o kadar bile olmayabilir. Bir japon balığıyla ilgili bir şey yazdığımı hatırlıyorum. Dönüp baktığımda, beş sayfa onun üzerine konuşacak kadar eli boş biri olmadığımı umuyorum. Belki birkaç mektuptan sonra bunu da bırakırım, kim bilir. Yalnızca deniyorum.
Gelelim asıl meseleye… Neden bu mektupları Ji Yong’a yazıyorum?
Aslında bu fikir bir filmden geldi aklıma. Genç bir çocuk saygı duyduğu bir sanatçıya mektuplar yolluyordu. Düşünüp taşındım ve en saygı duyduğum sanatçının Big Bang’teki G-Dragon olduğuna karar verdim. (Elvis ve Sinatra bir yana tabi ki. Ancak kendi dönemimden birini seçmek daha uygun gibiydi. Anlamışsınızdır.)
Şu izlediğim filmde, genç çocuk mektupları sanatçının kendi adresine gönderiyordu. Ben böyle yapmayacağım, çünkü ne GD’nin özel adresini araştıracak ve bana cevap vermesini umacak kadar aptalım, ne de Korece öğrenmek için zamanım var. Hal böyle olunca onu bloğumun başında dikilecek Peri Annem yapmaya karar verdim. Evet, Peri Anne diyorum. Prens kılığında bir Peri Anne hem de. Asya-severin en büyük zayıflığı oppacılık diye düşünüyorum. Asya’lı sanatçılara gerçekten saygı duymak yerine onları kaşına gözüne bakarak sınıflandırıyoruz. Böylece asıl meseleyi kaçırıyoruz. Tabi bu benim düşüncem. G-Dragon tipine bakmadan ve ona aşık olmadan sevdiğim, en saygı duyduğum insandır. Bana kalırsa o sihirli biri. Hatta laf aramızda büyücü bile olabilir. Boş zamanlarında Hogwarts’ta takılıyormuş diye duydum ^^ Her neyse… Onu oppası olarak gören varsa, aşık olan, benden daha çok seven ya da sevdiğini sanan… Lütfen yanlış düşüncelere kapılmasınlar. Ben sadece Peri Anneme, onun gerçek adını, yani Ji Yong’u kullanarak mektuplar yazacağım.
Bunu kimse okumak zorunda değil. Yalnızca içimi döküyorum. Tek bir görüntülenmem olmayabilir. Hiç takipçim olmayabilir. Ama ben pek çok şeyi Prense, hiçbir sansür kullanmadan, içimden nasıl geliyorsa öyle anlatmaya karar verdim. Yine de asosyal bir prensesin yazdıklarını merak eden olursa beklerim.
Birkaç güne mektuplarımı yayınlamaya başlarım.
Sihirli okumalar dilerim… Yani okuyan olursa… Her neyse, öyle bir şeyler işte.
 

Sample text

Sample Text